Asker Hikayeleri

Bu sayfada

Asker hikayeleri sayfamızda, gerçek olaylardan derlenmiş, okuduğunuzda çok duygusal bir hal içerisine gireceğiniz kısa asker hikayeleri okuyacaksınız.

Asker hikayelerini yazarken biraz farklı hikayeler yazalım istedik ve herkesin bildiği hikayelerden farklı bir arşiv hazırlamayı uygun bulduk. Sizlerde önerilerinizi ve katkılarınızı lütfen bizden esirgemeyin çünkü ülkemiz zor süreçlerden geçerken herkesin okuması gereken hayatlar bunlar.

İnsanlar ne zorluklarla neleri başarmışlar ve ne için bunu yapmışlar gibi okuduğunuz zaman dersler çıkaracağınız bir sayfa hazırladık. İşte en güzel asker hikayeleri:

Gel Teskere Gel Hikayesi

Türk Silahlı Kuvvetleri de askerlik süresini tamamlamadan teskere almanın birçok yolu varmış. Örneğin, bölüğün sancağını çalıp, Genelkurmaya teslim eden askerler hemen terhis ediliyomuş. Ancak işin tehlikeli yanı, bu konunun bölük komutanları tarafından onur meselesi yapılmasıymış. Yani sancağı çalan askerin, bölüğün şerefinin temizlenmesi adına, vurulmasına kadar varabilirmiş bu iş.

Bi arkadaşım, başka bi erken terhis hikayesi anlatmıştı. Olay Kıbrıs a, Türk-Rum sınırındaki bi karargahta olmuş. Bi gece sınırda nöbet tutan erlerden biri, nöbet sırasında uyuyakalmış. Teftiş için dolaşan nöbetçi üstteğmen bunu farkedince, eri uyandırmamış, sadece silahını almış ve “20 dakika sonra nöbet devretmek için geldiğinde bakalım tüfeği için ne hikaye uyduracak? Biraz eğleniriz işte” diye düşünmüş. 20 dakika sonra nöbet değişiminde silahlar sayılmış, ama eksik yok. Üsteğmen kafayı yemiş. “Nasıl olur yaa” diye söylenmeye başlamış. Silahları tekrar tekrar saydırmış. Ama sonuç değişmemiş; hepsi tamammış.

Silahını aldığı ere, “Seni nöbet yerinde uyurken yakalayıp silahını aldım. Ama şimdi silahlar tam. Açıklama istiyorum” demiş. Er boynunu büküp cevap vermiş, “Komutanım, uyandığımda baktım ki silahım yerinde yok. Sınırın karşı tarafına baktım, Rum askeri de benim gibi uyuyor. Gittim ben de onun silahını aldım.”

Bu olay üzerine, o askerin teskereye daha epey bi günü olmasına rağmen, ertesi gün terhis edilmiş.

—–

Kore Şehidi Hikayesi

1974 eki Kıbrıs çıkarmasına katılan bir asker anlatıyor:
“Çok şiddetli bir taarruz vardı. Mermiler kulağımızın dibinden geçiyordu. Siperde daha önce hiç görmediğim bir asker yanıma yaklaştı. Belli ki bizim birlikten değildi. Bir zarf çıkardı ve:
-”Memlekete dönünce bu zarfı, üzerindeki adrese bırakır mısın?”
-”İkimiz de döneriz inşallah” dedim.

Israrla kendisinin dönemeyeceğini, benim ise memleketime ve aileme kavuşacağımı söylüyordu. Biraz isteksiz de olsa zarfı aldım. Ancak o çatışma sırasında birbirimizi kaybettik. Taarruz bitip memlekete döndüğümden bir-iki yıl sonra eski eşyaları karıştırırken o zarfı buldum. Unuttuğum görevi, geç te . olsa yerine getirmek için İstanbula gittim. Üzerindeki adres, Aksarayda eski bir eve götürdü beni. Kapıyı yaşlı bir amca açtı.

İlgili Makaleler

-”Merhaba amca. Ben Kıbrıs a savaşan oğlunuzdan bir mektup getirdim. Belki kendisi de gelmiştir.”
-”Bizim Kıbrıs a savaşan bir oğlumuz yoktu”

Beni içeri davet ettiler. Eşi, bir fotoğraf albümü ile geldi. Fotoğrafları gösterip:

-”Sana zarfı bu genç mi verdi?”
-”Evet. Çok iyi hatırlıyorum. Buydu.” ve işte o an beni şok eden ve hala aklımı başımdan alan şu cevabı verdi:

-”Bu çocuk benim oğlumdu. Fakat onu 15 sene önce . Kore harbinde şehit verdik…” ”

—–

Değer Mi Asker Hikayesi

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve:
– Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?.. Delirdin mi? der gibi baktı teğmen…
– Gitmeye değer mi?. Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın..
Asker ısrar etti ve teğmen “Peki ” dedi.. “Git o zaman.”

İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti.. Sonra onu sipere taşınan arkadaşına döndü:

– Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez,demiştim. Bu zaten ölmüş..
– Değdi teğmenim. dedi asker..
– Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş görmüyor musun?..
– Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı.. Onun son sözlerini duymak, dünyaya . bedeldi benim için..
Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
– Jim!.. Geleceğini biliyordum!.. demişti arkadaşı… Geleceğini biliyordum..

—–

Üsteğmen Zahid’in Vasiyeti

Üsteğmen Zahid’in Ailesine gönderdiği vasiyetinide içeren son mektubu

“Bu günlerde her zamankinden daha önemli muharebelere gireceğiz. Bilirsin , her muharebeye giren ölmez. Fakat eğer ben ölürsem sakın gam yeme… Beni ve seni yaratan Allah bizi nasıl dünyada birbirimize nasib etti ise , benden şehitlik rütbesini esirgemediği taktirde , elbette , ruhlarımızı da birbirine kavuşturur. Vatan yolunda şehit olursam bana ne mutlu. Ancak , sana bir vasiyetim var :

Birincisi benim için kat’iyyen ağlama…

İkincisi, eşyamın listesi ilişikte. Bunları sat , ele geçecek paradan “mihr-i muaccel” ve “mihr-i müeccel” ini al , üst tarafı ile bana bir mevlüt okut. Eğer bunlar sana borcumu ödemezse hakkını helal et ve . ilk gece aramızda geçen sözü unutma…”

Ayrıca mektubun içinden kırmızı kordelaya bağlı bir de saç demeti çıkar. Saçın tazeliği bunun mini mini bir yavrunun başından kesilmiş olduğunu göstermektedir.

İşte o zaman herkes Zahid’in evli olduğunu ve Nadide isminde . de bir yavrusunun varlığını öğrenir. Çünkü Zahid Üsteğmen cepheye gelirken arkasında evlad ü iyal düşüncesini de bırakmıştır. Ve savaş boyunca ne izin isteyerek evine gitmeyi düşünmüş ne de o konuda iki çift laf etmiştir.

Zahid , 9 Ocak 1916’da şehit olur.

Gümüşhane’ nin Şiran ilçesinden Üsteğmen Zahid , . Aziziye ilçesinin Kılıç Mehmet Bey köyünden Ahmet Efendi’nin kızı, eşi Hanife Hanım’a yazdığı ve vasiyetini bildirdiği mektubunu şu cümle ile bitirir :

“Bu vasiyetimi aldığınız zaman yüksek sesle ağlamanıza razı değilim.”

—–

Kahrımdan Öldüm Hikayesi

Bitmek tükenmek bilmeyen arsız geclerin borozandan çıkan; yorgun, uzun hücum şarkısı. Kulakları sağır edr, uykumuzu açar, yüreğimizi coşturur, aklımızı dondurur. KArşı siperdeki düşmanı ise korkutur.

Neye bastığımı, ne tuttuğumu, ne taşıdığımı bilmeden koşuyorum. Hayır ! Uykusuz olmama rağmen yorgun değilim. Topuklarımdaki nasırlar çatlamış kanıyor lakin hissetmiyorum. Evet. Ben yere . ayak basmıyorum. Kanatlandım uçuyorum. Tüğ gibi hafif. Üzerimde giysi yok. Çırıl çıplak düşmana koşuyorum. Her adımımda bir ağırlık hissediyorum. Düşman siperine kadar her adımım ağırlaştı ve sipere geldiğimde ise yerimden kımıldayamadım. Yere düştüm…

Geldiğim yola baktım; çiçekler bitmiş ta bizim siperden düşman siperine kadar. Havaya baktım bulut yeşillenmiş, güneş olduğundan sararmış. Rüzgarı kokladım gzel bir kadın kokusu, toprağı avuçladım yumuşak, kuş tüğle yorgan. Ve vücuduma baktım !

Kan gölü, irili ufaklı çukurlarla dolu. Sanki mütün makinalının kurşunları vücudumda. Çevreme, geldiğim yola baktım; bombalara, kurşunlara mağruz kalmadan hüzum eden tüğsüz askerler. Bir tüğsüz geldi elimdeki silahı aldı.

Bende kalktım ! Peşinden koştum ! Peşinden koştum lakin ona sıkılan bütün kurşunları kendi vücumda hissettim, acısını çektim. Ta ki İzmir`e girip yanan güzel şehrimi göresiye kadar ölmedim !

Sonra gözlerimi gökyüzünde raks eden bayrağıma çevirerek kapattım. Çünkü bu düşmanın kurşunundan değilde; düşmanın toğrağıma ve insanıma yaptıklarını gördüğümde kahrımdan öldüm !

—–

Vuruldum Hikayesi

Bizim yatakhanedekiler çok şakacıdır ama bu şaka hiç şaka gibi değildi neyse size söyleyeyim acaba vurulsak ne olurdu gibi bir soru geldi kimi çiftetelli oynardım kimi ağlardım kimide Allah’a (c.c) teşekkür ederdim gibi şeyler söylediler sıra bendeydi içime bir ürperti geldi ki tam o sırada yere yatın sesiyle kulaklarımız inledi yatakların altına girmemizle koğuşun patlaması bir oldu.

Sonra bağırış sesleri kulağımda yankılandı ayağa kalktım baktım. Bir tek ben yaşıyordum bizim yatakhanede. Birde ali ona sordum ne oldu Ali? Ali ise bilemiyorum kardeşim dedi. Sinirli ve ağlayarak sordum Mehmet, Murat, Cemil, Cenk ve diğerleri yani şakacılar haa diyerek bağırdım. Ali bana şehit olmuşlar dedi ben yere oturdum beni niye almadın diye bağırırken bir yankı sesi alinin bağrışı ve bir baktım kafamdan vurulmuşum. O anda gülerek Alinin kucağında bağırdım:

VURULDUM ANA!

Uyan Çavuş Tiz Uyan Hikayesi

Birinci Cihan Harbinde Jandarma çavuşluğu yapmış Murtaza Baba İstanbul’un işgal hengamesinde sallandığı yıllarda Rumlar Batı Anadolu köylerinde muzırlık yapmaya başlayınca, oralara sevk edilen kuvvetlerin içinde Murtaza Çavuş’da varmış.

Rumları geri püskürte püskürte Daya Kadın diye bir yere varmışlar. Hem epey yoruldukları için, hem de gece bastırdığı için, orada, Balkan Harbinden kalma tabyalarda geceleme durumu hasıl olmuş. Bir nöbetçi dikmişler, diğerleri yatmış.

Mürtaza Çavuş da yatmış tabii, derken, bir müddet sonra nöbetçi de uyuklayınca Mürtaza Çavuş’a görünmeyen biri:

Uyan Çavuş tiz uyan!
Atik ol kurnaz davran!
Hemen kaldır eratı,
Aha geliyor düşman!

Der gibi tekmelemeye başlıyor! Hemen uyanıyor’ tabii, asker tetikte uyur. Sonra dikkatlice etraflarına şöyle bir bakıyor ki, Rumlar sürüne sürüne kendilerine doğru geliyor! Ayın ondördüymüş o gün, ay ışığında görüyor bunu. Ondan sonra, askerleri uyandırarak bir cayırtı koparıyorlar! Rumların bir kısmı ölü, bir kıs­mı yaralı defolup gidiyorlar ..

Sabah olunca, gece kendisine görünmeyen bir kimse tarafından tekme atılan yeri kazdırınca bir Türk şehidi çıkıyor. Evet! O Şehid uyandırmış Mürtaza Çavuşu!

SübhanAllah, SübhanAllah

—–

Başını Vermeyen şehit

(Mükkemmel bir hikaye mutlaka baştan sona okuyun)

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında otluyorlardı. Karşıda… Yarım mil ötede Toygun Paşa`nın son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtulan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber götürüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-
sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden beri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunların hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar… Yıkılmaz bir ölüm seddi halinde `Kızılelma` yolunu kapatıyordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgallarından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.

Kuru Kadı içini çekti. Sonra `Ah…` dedi. İncecik, sinirli boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş topu olsa… bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi. Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine gitmiş… Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin`e dönünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş, Toygun Paşa`nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal`den altı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyordu; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: `Palanka… amma topu tüfeği kaç kişi?` dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palankalardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipere dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyrediyorlardı. Bağırdı:

– Oynamayın şu hayvanla…

Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kaldırdılar. Kuru Kadı`dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede gören yoktu. Vali . Ahmet Bey ona `bizim yarasa` derdi.

Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerametine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .

– Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Kadı`nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar`a baktı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri kaplıyordu. Kargalar, havaya . boşaltılmış bir çuval canlı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükûtu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.Kalbinde ağır bir elem duydu. `Hayırdır inşallah` dedi.Canı o kadar sıkılıyordu ki… Elleri arkasında, başı
önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karanlık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında kayboldu.

… Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakit ki gibi yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölgeden eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı kemerinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titretiyordu.

– Hey, çavuşbaşı… Hey!…

Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kuledeki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, başında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:

– Ne var?
– Kaleden düşman çıkıyor.

Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi duran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.

– Bize geliyorlar… dedi:

Çavuşa döndü:

– Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bugünden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.

Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstünde daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düşman alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyülttü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle beraber yüz on dört kişi… `Ama, yine haklarından geliriz! dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfeğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen `haber topları`nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza uğrayan bir . palanka hemen `İşaret topu` atarak etrafındaki kuleleri imdadına çağırırdı.

Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzeninegirmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavruları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe bağırdılar:

– Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?

Kuru Kadı:

– Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu esnada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürüyordu. Bunların ikisine de `deli` derlerdi: Deli Mehmet,Deli Hüsrev… Serhatın muharebelerinde, hayale sığmayacak yararlılıklarıyla masal kahramanları gibi inanılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefinde gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her zaferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil`at, murassa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: `İstemeyiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil`at nadanları sevindirir…` derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mükafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.

Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saflarına saldırırlar… alevi gözlerle takip edilemeyen birer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.

Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, elçiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak kesildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini söyledi.

Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin`di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal`in `Vire ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil`e, Zebur`a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiçbir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.

Kuru Kadı:

– Pekâlâ!… Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, kararımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü. Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafif kamburu içeri çekildi:

– İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış… üzerimize iki bin kişi ile geldi. Teklif ettiği `Vire`yi kabul etmek isteyenler vârsa ellerini kaldırsın!

Kimsenin eli kalkmadı.

– Öyleyse hazır olalım. Haydi…
Bir gürültüdür koptu;
– Hazırız…
– Hepimiz, hepimiz…
– Hepimiz, hepimiz hazırız.
– Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
– Yatağanlanmız keskin…
– Bugün nusret bizim.
– Amin, amin…
Kuru Kadı, `Ey alemlerin rabbi` diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç karşısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,
yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
– Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletlidir. Gel… Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsatını kaçırmayalım.
Kuru Kadı`nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de arkadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki delinin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-
lar… bir ağızdan.
– Aç bize kapıyı, aç… diye bağırmaya başladılar.Kuru Kadı`nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sapsarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile
titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
– Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süleyman Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda
olsun… Özellikle yarın kurban bayramı… Fakat bakınız maksadım ne? Bugün cuma… hem de arife. Bugün
hacılarımız Arafat`ta, diğer mü`minler camilerde bizim
gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler… Bunda şüphesi olan var mı?
– Hayır.
– Hayır, asla…
– Hayır.
– O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-
rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişelim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünyada iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âlemi dibinde toplanalım… Ne dersiniz?
– Hay hay!
– Uygun…
– Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı . oldu. Öğleye kadar durdu-
lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helallaştılar. Kıraçin`in askeri, sardıkları palankadan yükselen derin uğultuyu hep teklif ettikleri `Vire` münakaşasının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan `işaret
topları` işitildi. Bu, `Biz, dörtnala geliyoruz` demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri
`Allah, Allah` naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan birisine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal`e gelen yollardan bir toz dumanıdır
kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düşman, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-
nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak
beş on gaziydi.
… Bozgun başladı.
Deli Mehmet`le Deli Hüsrevin takımları düşmanı
kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasından yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin`inalayına dalmış kesiyor, kesiyor… inanılmaz bir çabuklukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı`nın gözleri Deli Mehmet`i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safına karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yereuzanmıştı… Elli altmış adım kadar kendisinden uzaktı… Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu
uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşarken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fırladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-
ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahlanan atma sıçradı. Kaçacaktı… Kuru Kadı, bütün kuvvetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisinde Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı kadar bağınyor,
– Mehmet, Mehmet!… Canını verdin!… Bâşını
verme Mehmet!…
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar yanıktı ki… Kuru Kadı: `Vah Deli Mehmet`miş!` diye olduğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım
kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını
gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gibi . koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye
yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki… Lanetli hemen
yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek istediği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet`in başsız vü-
cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını aldı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıverdi. Bunu Kuru Kadı`dan başka kimse görmemişti. Herkes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
– Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Kuru Kadı`ya doğru koşarak sordu.
– Nasıl, gördün mü bu civanı?
– Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu
dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
– Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor… Deli Hüsrev`in kalkması Kuru Kadı`yı baştan can verdi, `Allah Allah` diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne `gece siyah saçlarını`
dağıtırken çağırıcının
– Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-
lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarıda kaldı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bırakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup dinlenmemişti… Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-
dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet`in cesedini kendi buldu. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Butaze mezarın başına çöktü. Ezberden `Yasin` okumağabaşladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palanka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okurken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tutuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde . Deli Mehmet`in kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyordu. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu nurun içinde kaldı. Kuru Kadı`nın gözleri kamaştı. Ruhu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış
gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
– Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı`nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyordu. Palankanın içinde Deli Hüsrev`in menzilinden geçerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-
ye… Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir türkü söylüyordu. Seslendi:
– Hüsrev.
– Efendim?…
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,
başı kabak Deli Hüsrev… daha Kuru Kadı bir şey sormadan,
– Gördün mü Deli Mehmet`in zevkini? dedi.
– Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
– `Gözlüye hotti gizli yoktur!`
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.

Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğmadan, Deli Mehmet`in mezarına koştu. Artık bütün günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın
daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdırdı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaatine bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal`de, komşu palankalarda Kuru Kadı için `Deli oldu` diyorlardı. Her an `sonsuzluk` badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-
de yaşıyordu. Fakat nasıl `deniz çanağa sığmaz`sa,onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç günü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu `Mevlid-i Şerif` lisanıyla o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmet`in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi
zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda dolaşırken Deli Hüsreve rast geldi. Meğer o da gezini-
yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı`nın arkasına dokundu.
– Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybeder. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye kadar şahit olacaktın…
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
– Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet
uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören
oldu mu?
– Bir gören daha var. O `can` herkese görünmez.
– Kimdir?
– Bilemezsin…
– Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
– a şehitlik müjdesidir!` İkimiz de mutlaka şehit düşeceğiz!…
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle
berbat oldu ki… kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin`den gelince, onun hallerine dayanamadı.Nihayet `bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden istifade olunamaz` diye geriye göndermeye mecbur oldu.Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal hisarında bile herkes Kuru Kadı`yı unuttu. Yalnız yazdığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.

On iki sene sonra…

Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meşhur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalanmış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyunuzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz . bozulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-
sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma esnasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşılamadı.
O vakit birçok gazilerin `gayb ordusundan imdada gelmiş bir veli` sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisarının o eski deli kadısı mıydı?..

Sizde bunlardan başka asker hikayesi biliyorsanız yorum bölümüne yazın yayınlayalım. Nazlim.Net

Nazlim

Universiteit Gent üniversitesinden 2003 yılında mezun oldum. İngilizce, Almanca ve Türkçe bilmekteyim. Çeşitli sitelerde yazılar yazarak başladığım gazetecilik serüvenini serbest gazeteci olarak devam ettirmekteyim. Okuyucuların dikkatini çekecek haberleri 2004 yılından beri Nazlim.NET sitesinde yazmaktayım.

İlgili Makaleler

9 Yorum

  1. sizin şu anda yaşayıp yaşamamanız askerlere bağlı o askerlere ben kurban olayım
    eğer bir gün asker olursam Allah(c.c) şehit olmayı nasib etsin

  2. S.a sayın sayfa yineticisi size nasil ulaşacağımi bilemedim oyuzden buraya yaziyorum umarim ddikkate alırsınız.! Ben 310 bin kisilik takipçisi olan istagram @bordoberelilerr sayfasının yoneticisinden biriyim. Bu anıları sayfada yaşatmak istiyoruz izniniz olursa. Cvp verirseniz seviniriz.

  3. Hikayeler güzel ben bunları tv programimmda okuyacam hepsini

  4. Kore sehidi hikayesi gercekten olmusmu, yoksa siz mi yazdiniz ? bir ödev icin almak istiyorum ..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir