Dini Hikayeler

Dini hikayeler oku sayfamızda, çok güzel ibretlik dini hikayeleri ve yaşanmış kısa dini hikayeleri okuyabilir ayrıca kendinizde yazabilirsiniz.

Başka dua bilmez misin?

Bir şahıs, Harem-i Şerifin kapısında, Ey doğrulara yardım eden, haramlardan kaçınanları koruyan Allah’ım (c.c) diyerek hep aynı duayı okuyordu. Ona, Sen başka dua bilmez misin? dediler. O şöyle açıkladı, bu duayı tekrar etme sebebini:

Ben Beyt-i Şerifi tavaf ederken ayağıma takılan bir şeyi eğilip aldım. Bir de baktım ki, içinde bin altın bulunan bir kese. Şeytanımla imanım mücadeleye tutuştular. Bin altın çok para, senin bütün ihtiyaçlarını karşılar dedi şeytanım. İmanım ise, bu haramdır, boşuna saklama; sahibini bul, teslim et! dedi. Ben böyle mücadele içinde iken, birinin sesi duyuldu:

Burada, içinde bin altınım bulunan kesem kaybolmuştur. Kim buldu ise getirsin, ona otuz altın müjde vereyim!

Bin haramdan otuz helâl hayırlıdır, diyerek keseyi sahibine teslim ettim. O da bana otuz altın verdi. Bunu alıp bakırcılar çarşısında gezerken, bir Arap kölenin bu paraya satıldığını görünce, hemen satın aldım. Bir müddet sonra bu kölenin yanına bir kısım Araplar gelip gizlice konuşmaya başladılar. Köleden ne konuştuklarını sordum. Saklamayıp aynen anlattı:

Ben Mağrip sultanının oğluyum. Babam, Habeş melikiyle cenk edip savaşı kaybetti. Beni de esir alıp buralarda sattılar. Babam bunları göndermiş, elli bin altın da vermiş ki, beni satın alıp götürsünler. Sen bana çok iyilik ettin, kendi evlâdın gibi baktın. Bundan dolayı memnun kaldım. Bunlar beni satın alacaklar; sakın az altına razı olma, elli bin altına sat beni.

Dediği gibi oldu. Elli bin altına sattım köleyi. Bu kadar büyük sermaye ile bir kısım mallar alıp Bağdat’a gittim. Orada açtığım dükkânda mallarımı satıyordum. Bir tanıdığım gelip, Meşhur bir tüccar dostum vefat etti, ay gibi güzel kızcağızı yalnız kaldı. Gel bunu sana alalım dedi. Ben de kabul ettim. Kızın, çeyiz olarak getirdiği birtakım tabakların üzerinde içi altın dolu keseler vardı. Hepsinin üzerinde de biner altın yazılı iken, birinde dokuz yüz yetmiş altın yazılı idi. Bunun sebebini sorduğumda kızcağız dedi ki:

Babam bu keseyi Harem-i Şerifte kaybetmiş. Bulan bir helalzade keseyi iade edince, otuz altını ona müjde olarak vermiş, ondan geriye kalanlardır bu kesedeki altınlar.

Bunun üzerine ben Allah’a (c.c) hamd ve şükürlerde bulundum; bunlar hep doğruluğun, iyiliğin bereketi, diyerek hâdiseyi kızcağıza anlattım. Sürur ve saadetimiz daha da perçinlenmiş oldu. (Nevâdir-i Süheylî, Sayfa: 280-81)

Evet, enteresan bir hâdise. Doğruluk ve dürüstlüğün neticesini göstermesi bakımından verdiği mesaj oldukça mühim. Kaldı ki bu, sadece dünyadaki semeresi. Ahiretteki karşılığı ise, ebedî bir saadet. Rabbimiz cümlemizi, imanımızın sesine kulak vererek sadâkat ve istikametten ayırmasın. Âmin.

Ağızdaki taşın hikmeti

Bir gün hazret-i Ebû Bekr ‘r.a.’, hazret-i Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin ‘s.a.v.’ huzûr-ı şeriflerinde, se’âdetle otururlarken; Bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edepsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kâinat; o edepsiz, Ebû Bekre edepsizlik ettikçe; bir şey söylemez, ba’zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edepsizin edepsizliği haddi aşınca; zaruri olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se’âdetle ve devletle yerinden kalkıp, gitti. Hazret-i Ebû Bekr ‘radıyallahü teâlâ anh’ Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişti ve dedi ki:

– Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edepsizlik edip, gönül incitirken, susup, bir şey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gittiniz; sebebi nedir.

Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn ‘s.a.v.’ buyurdu ki:

– Ya Sıddık! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine iblis geldi. İblîs-i la’înin olduğu yerde, ben durmam.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ‘r.a.’ ondan sonra, vakitli vakitsiz söz söylememek için, mübarek ağzına bir taş koyar idi. Ne zaman söz söylemek lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyleyeceği zaman, o sözü kendi kendine nice zaman düşünür, tefekkürden sonra, mübarek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyleyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mübarek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgul olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünya kelâmı söylemez, eğer kat’î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgul idi.

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Alın teri

İmam Kazım (a.s) kendi tarlasında çalışmakla meşguldü. Fazla faaliyet İmamdın bütün vücundan terler akıtmıştı bu arada Ali ibni Ebi Hamza-i Bata ini geldi imamın yanına, ve o manzarayı görünce:

– Kurban olayım, niçin bu işi başkalarına bırakmıyorsun? diye sordu.

– Niçin başkalarına bırakayım? Halbuki benden daha üstün kişiler bile, daima bu gibi işlerle meşgul olmuşlardır.

– Allah’ın (c.c) elçisi, Emirülmü’minin ve bütün ecdadım. Esasen tarlada çalışmak ve ziraatla meşgul olmak Peygamberlerin, peygamber vasilerinin ve Allah’ın (c.c) seçkin kullarının başta gelen, en önemli adetlerinden biridir.

Bihar ul-Envar

Allah (c.c) nasıl misafir edilir?

Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

– Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. “Nasıl olur, Allah (c.c) (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir” diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tembihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina’ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah (c.c) tarafından şöyle nida olundu:

– “Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?”

Musa Aleyhisselâm: “Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir” dedi.

Allah (c.c.): “Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim” buyurdu.

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: “Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım” dedi. Hz. Musa:

– Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.

Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

İkinci gün Hz. Musa Tur’a gidip:

– Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: “Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah (c.c) sözünde durmadı” diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

– “Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.”

Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

– “Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah (c.c) değildi. Bu nasıl olur?” dediğinde Cenabı Allah (c.c):

– “İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz” buyurdu.

Demek ki, Allah (c.c) için yapılan her şey, bizzat Allah’ın (c.c) kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah (c.c) o kimseden razı olmaktadır.

Kaynak:
Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

—–

Allah’ın (c.c) emaneti

Hz. Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek:

– Babasına haber vermeyin.

Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı:

– Gördüğünden şimdi çok iyidir, der.

Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet metanetle şöyle der:

– Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi?

– Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli.

– O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı.

Ebu Talha bu sözü duyunca:

– Biz Allah (c.c) için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz, der ve şükreder.

Sabah olunca gidip Resulullah’a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.):

– Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha’ya ver, diye dua eder.

Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde büyürler, İslam Tarihinde önemli bir şahsiyet olur.

Altı yüz dirhemlik ip

Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.

Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafata çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktı ki altı yüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.

– Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh müritleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:

– Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?

– Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.

– Ver bakalım. Benden altı yüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.

– Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.

Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu ne biçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemesi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.

Hazreti Şeyh kadına dönerek:

– Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti se alırsın.

– Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.

– İplik satıldı mı?

Abdülkadir Geylani Hazretleri:

– İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta kadar bir zaman içinde gelir.

Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:

– Yarın gel, paranı al.

Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Müritler:

– Bir gün daha sabret bakalım Mevla (c.c) ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.

Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:

– Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:

– Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.

Biz ellerimizi kaldırarak Allaha (c.c) dua ettik ve duamızda:

– Ya Sultanul Arifin bize altı yüz dirhem kadar ip gönder, sana bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altı yüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu:

– Para geldi mi efendim?

Şeyh bin altını kadına verirken:

– Benim satışım seninki kadar kârlı olmuş mu?

Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri’ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı.

Ameş ve karısı hikayesi

İmam-ı Azam Ebu Hanife r.a.’in arkadaşlarından, o dönemin hadis ve kıraat âlimlerinden Süleyman A’meş, bir gece evinde eşiyle tartışmış ve hanımını biraz incitmişti. Buna rağmen tartışmadan hemen sonra hanımıyla tekrar konuşmak istemiş, ama hanımı kocasına kırgın olduğu için, adamın sözlerini cevapsız bırakmıştı.

Adam öfkeyle:

-Niçin bana cevap vermiyorsun? diye hanımını bağırıp, azarladı. Fakat bir cevap alamadı.

A’meş’in kızı babasına:

-Bu gece olmasa da, yarın sabah konuşur seninle, dediyse de adamın öfkesi dinmedi:

-Eğer bu gece benimle konuşmazsa, benden kesin boş olsun, dedi.

Kızcağız da annesini konuşması için ikna etmeye çalıştı. Ama annesi inat etti, konuşmamakta direndi. Karısının konuşmamakta kararlı olduğunu gören A’meş’in ise az önce öfkeyle ettiği yeminin ciddiyeti aklına geldi, söylediğine pişman oldu. Eşiyle boş olmaktan kurtulmak için çare düşünmeye başladı. Gecenin bir yarısında giyinip evden çıktı. Doğru Ebu Hanife Hazretlerinin evine gitti. Ebu Hanife onu içeri alıp derdini sordu. A’meş karısıyla olan hadiseyi anlattı, dert yandı:

-Bu kadın bu tavrıyla benden kurtulup kaçmak istiyor. Beni sıkıntıya sokmasından korkuyorum. Kendisi çocukların annesidir. Onu boş olmaktan kurtarıp beni rahatlatacak bir çare var mı? diye sordu.

Ebu Hanife:

-Üzme kendini. Allah’ın (c.c) izniyle bir çare bulunur, dedi.

Ebu Hanife, A’meş’in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı. Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tembihledi. A’meş de evine dönüp, ezanı beklemeye başladı. Daha sabah olmadan okunan ezanı duyan A’meş’in hanımı, sabah oldu da boşanması gerçekleşti zannederek konuştu:

-Oh be! dedi. Senden kurtuldum, kötü huylu herif!

A’meş ise kıs kıs gülerek cevap verdi:

-Henüz sabah olmadı. Sen de konuşup yeminimi bozdun. Bize çare gösterenden Allah (c.c) razı olsun.

Yusuf Yavuz
Semerkand dergisinden alınmıştır.

Ana hakkı ve Alkama’nın sonu

Hazreti Peygamberimiz (s.a.s.) ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resulullah’ın (s.a.v) huzuruna telaşla girerek:

– Ya Resûlellah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak. Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendisi de getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.

Hazreti Peygamberimiz (s.a.v):

– Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu.

Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalıştığını söyledi.

Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v):

– Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.

Kadın ihtiyar bir annesi olduğunu söyleyince Peygamberimiz (s.a.s.) kadının kocası Alkama’nın anasın huzura çağırdı. Hazreti Alkama’nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz:

– Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? diye sordu.

Alkamanın anası:

– Ya Resulullah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.

Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:

– Hakkımı helâl etmem ey Allah’ın Resûlü, dedi.

Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu.

Hazreti Peygamberimiz, kadının annelik şefkatini harekete geçirmek için, orada bulunanlara:

– Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi.

Kadın hayretle:

– Odunu ne yapacaksın ya Resûlellah! diye sormaktan kendini alamadı.

Çünkü o da şüphelenmişti.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

– Oğlunu yakacağım. Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi buyurunca, kadın dayanamadı.

– Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlellah! Ona hakkımı helal ediyorum, dedi.

Murat hasıl olmuştu. Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-ı Habeşi Hazretlerini göndererek:

– Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular.

– Bilâl-i Habeşi Alkam’nın yanına varıp şehadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkama’nın dili açılmıştı:

– Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resûlüllah, deyip ruhunu Allah’a (c.c) teslim etti.

Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İ. Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi

Baykuşlar ve Nuşirevan

Adaletiyle meşhur İran hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar.

Baykuşların o nağmeleri Nuşirevan’ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:

-İnsan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse. Kim bilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.

Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:

-Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız, bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.

Nuşirevan, hayretle:

-Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi.

Vezir:

-Sultanım affınıza sığınarak arz ediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor. İşte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.

Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan’ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nerede o şuurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

Bir gencin tövbesi

Allahü teâlâ, peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip:

“Ey Musa! Filân mahallede, bizim dostlarımızdan biri vefat etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen, bizim rahmetimiz onun işini görür” buyurdu.

Hazret-i Musa, emir olunduğu mahalleye gitti.

Oradakilere:

-Bu gece, burada, Allahü teâlânın dostlarından biri vefat etti mi? diye sorunca:

-Ey Allah’ın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefat etmedi. Ama, filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan, hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor, dediler.

Musa aleyhisselâm:

-Ben onu arıyorum, buyurdu. Gösterdiler.

Hazret-i Musa, o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü. Ayakta durup, ellerinde rahmet tabakları olup, Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı. Hazret-i Musa, yalvararak münacaat etti:

-Ey Rabbim! sen buyurdun ki, “o Benim dostumdur.” İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?

Allahü teâlâ:

“Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama, günahından haberleri var, tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum, seher vakti, toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki, Allah’ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim ki, bu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın” buyurdu.

Bir idam fermanı hikayesi

Mısır’da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat’ta saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun’un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi.

Ahmed’in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun’un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed’in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun’a gidip şöyle söyledi:

– Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim.

Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed’i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu:

‘Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.’

Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun’a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu.

Cariye, Tolun’a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed’i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed’in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun’a gönderdi.

Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed’i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun’a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi.

Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı.

Bu kadın defnedilemez

Ebu Hanife’nin meclisine gelen biri şöyle bir sual sordu:

– Hamile bir kadın doğum sırasında vefat etti. Onu yıkamak üzere tahtanın üzerine koyduklarında karnındaki çocuğun yaşadığı anlaşıldı. Bu kadın böylece defnedilecek mi, yoksa bekletilecek mi? Kadın şu anda yıkama tahtası üzerinde beklemektedir. Mecliste hazır bulunanlar birbirlerine bakıştılar. Bazıları:

– Bu kadın defnedilemez. Ancak bekletilir. Ola ki bekleme sırasında çocuk dünyaya gele, dediler.

Bazıları da:

– Cenaze bekletilmez. Efendimizin hadisi vardır, cenazenizi bir an önce toprağa verin, buyurdu, dediler. Böyle söylenmesine rağmen yine de gözler Ebu Hanife Hazretleri’ndeydi. O, söylenenleri dikkatle dinledikten sonra fikrini açıkladı:

– Bu cenaze, ne defnedilir, ne de çocuğun doğması için bekletilir?

Dinleyenler şaşırdılar.

– Ne yapılır öyleyse? Geride başka ihtimal mi var sanki?

Evet, Hazret-i İmam’a göre asıl ihtimal geridedir ve olması gerekeni şöyle dile getirmiştir:

– Bu hamile kadının karnı ameliyatla açılır, çocuğu alınır, sonra defnedilir!

Dinleyenler hep birden bu görüşe iştirak ettiler. Doktor geldi. Hamile kadının karnı yarılıp çocuk sağ olarak çıkarıldı. Sonra defnedildi, çocuk bakıma alındı.

Daha sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu çocuk büyüdü, sıhhatli ve akıllı bir çocuk olup, Ebu Hanife’nin ilminden, irşadından istifade etti. Ebu Hanife’nin gösterdiği fıkhî çare ile hayata gelişinden dolayı halk ona Ebu Hanife’nin oğlu adını takmıştı.

Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları

Evet sıra sizde: Sizde buradakilerden farklı ve yeni dini hikayeler yazmak için aşağıdaki yorum bölümünü kullanabilirsiniz.

Nazlim

Universiteit Gent üniversitesinden 2003 yılında mezun oldum. İngilizce, Almanca ve Türkçe bilmekteyim. Çeşitli sitelerde yazılar yazarak başladığım gazetecilik serüvenini serbest gazeteci olarak devam ettirmekteyim. Okuyucuların dikkatini çekecek haberleri 2004 yılından beri Nazlim.NET sitesinde yazmaktayım.

İlgili Makaleler

10 Yorum

  1. bunu yazanlardan Allah razı olsun çook güzel bir site herkese önericem şaka yaptım ama çok güzel bir sitedir kendisi…

  2. gerçekten okurken insanın tüylerini diken diken eden bu hikayeleri bizlere sunanlardan ya da vesile olanlardan ALLAH razı olsun çok güzeller birilerinin okuyupta ders alması lazım

  3. pardon kardeşim yapmış k bakmayın tam tersi çok güzel ufaklık yapmış kusura bakmayın

  4. yaw salakça bunlar mallar bide çok güzel diye yorum yapmışlar…

  5. FİL ETİ YENİR Mİ?
    islam alimlerinden üstadın biri denizde sefer halinde iken fırtınaya yakalanır bindiği gemi ceviz kabuğu gibi bir o yana bir bu yana sallanır orada bulunanlar kendi aralarında konuşup adakta bulunmaya başlarlar biri der burdan kurtulursam bin altın adağım olsun öbürü der kölemi azad ederim islam büyüğü muhterem zat bir köşede oturmuş onları seyrediyor. sen de bir adakta bulun demişler ; benim birşeyim yoktur ki ne adayayım demiş olsun demişler sende bir adakta bulun….. buradan kurtulursam fil eti yemeyeceğim demiş … hiç öyle adakmı olur başka şey söyle demişler; Allah dilime öyle söyletti demiş…
    bir süre sonra bindikleri gemi alabora olmuş adak adayan bir kaç kişi ile muhterem zat bir kara parçasına sürüklenmiş kurtulmuşlar. kendilerine lgeldiklerinde ıssız bir adada olduklarını anlamışlar bir süre etrafı incelemişler… ikinci gün acıkmışlar yiyecek bir şeyler aramaya koyulmuşlar bu sırada ormanın içinden bir fil yavrusu çıkagelmiş…. hemen yavru fili yakalayıp öldürmüş etini kızartıp yemeye başlamışlar islam büyüğü zat köşede oturmuş onları seyrederken :- gel sende ye demişler
    olmaz demiş muhterem adağım vardır yemem…zaruret halidir yemelisin demişler. yememiş…karınları doyan adamlar derin bir uykuya dalmışlar….
    bu sırada ormanın içinden yavrusunu arayan fil çıkagelmiş..Bakmış yavrusunun kemikleri oada adamlar etini pişirip yemişler…Anne fil acı acı haykırmış. ve adamları koklamaya başlamış yavrusunu eti kimde kokuyorsa o kişiyi ayağıyla basıp ezmiş.hepsini tek tek koklayıp ezmiş…Sıra bizim muhtereme gelmiş koklamış. yok. onda yavrusunun eti kokmuyormuş. bir daha koklamış yok…
    yere diz çöküp hortumuyla zata binmesini işaret etmiş. muhterem binmiş fil yavrusunun acısıyla koşmaya başalamış….
    bir yerleşim alanına yakın yerde durmuş dizlerin çöküp zata inmesini işaret etmiş. sonra aynı hızla geri dönüp evine doğru koşmaya başlamış…
    muhterem ise yerleşim yerindeki bir kaç kişi ile görüşüp memleketine gidebilmek için kendisine yardımcı olmalarını istemiş başına gelenleri bir bir anlatmış…
    -fil seni buraya ne kadar bir zaman da getirdi demişler…
    -Bir saat kadar demiş…
    -Bu mümkün değil demişler anlattığın yerle buranın arası üç günlük mesafedir…..
    muhterem adağını tutup ahde vefa gösterdiği için evine dönmekle mükafatlandırılmış, anne fil ise yavrusunun acısı ile üç günlük mesafeyi bir saatte katetmiştir…

  6. Derviş kaşıkları

    Bir gün ermişlerden birine: “Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?” diye sormuşlar…

    Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce “Sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak” onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir de şart koymuş. “Peki” demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne?

    Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

    Bunun üzerine “Şimdi” demiş ermiş, “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyurun” deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karsısındakine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan…

    “İşte” demiş ermiş, “Kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim karşısındakini düşünür de doyurursa o da doyurulacaktır şüphesiz. Ve şunu da unutmayın, gerçek sevgi pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.”

  7. çok güzel hikayeler bunları bize sunandan allah razı olsun saolsun teşekkürler ……..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir