Robert louis stevenson Kimdir Biyografisi Hayatı
Robert louis stevenson hayatı Robert louis stevenson Kimdir Biyografisi
Robert Louis Stevenson,
1850 yılında İskoçya’nın Edinborough kentinde doğdu. Babası tanınmış bir mühendisti. Ailenin tek çocuğu olan Stevenson, zayıf bünyesinden dolayı hep sağlık sorunları yaşadı. Dindar bir ailenin kızı olan annesinin etkisiyle, ilk eğitiminde dinsel yan ağır basar. Günah ve cehennem korkuları ile kaplanmıştır çocukluk hayalleri. Belki de “Dr. Jekyll and Mr.Hyde”, bu yılların izlerini taşımaktadır.
Ailesinin isteği ile mühendislik eğitimine başladıysa da, bu işin kendisine göre olmadığının farkına varıp Hukuk fakültesine yazıldı. Ardından da İskoçya Barosu’na girdi, ancak hiç bir zaman avukatlık mesleği ile ciddi olarak ilgilenmedi; yazar olmayı düşlüyordu Stevenson. 1873 yılında, Cambridge’de Güzel sanatlar Profesörü olan Mrs. Sitwell ve Sidney Colvin ile tanışınca, bu düşünü gerçekleştirmekte ilk adımını da atmış oldu. Onların teşvikiyle önce denemeler yazarak başladı edebiyata. İlk kitabı 1878 yılında basılan “An Inland Voyage”(Bir İç Gezi) oldu, ertesi yıl “Travels with a Donkey”(Bir Eşekle Seyahat) tamamlandı. Artık ilgi gören bir yazardı Stevenson ve yazdığı kitap adlarına uygun biçimde, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde seyahat ederek geçiriyordu zamanı.
Bütün bu seyahatler ve kitap çalışmaları arasında, sağlığı da hiç rahat vermedi Stevenson’a. 1880’de evlendiği karısı ile birlikte, belki bir faydası olur düşüncesi ile pek çok Avrupa kentinde dolaştılar. Yine de en önemli kitaplarını; “Treasure İsland”(Define Adası) ve “Dr. Jekyll and Mr.Hyde”ı 1883-1887 yılları arasında tamamlamayı bildi. 1888’de bütün ailesini de yanına alarak bir daha dönmemek üzere Avrupa’dan ayrıldı. Amerika’daki kısa bir konaklamadan sonra Güney Pasifiklere, Honolulu’ya ve nihayyet son durağı olan Samoa adasına ulaştı. Tam bir kabile reisi havasında sürdü bundan sonraki yaşamı. Mutluydu, ama 1894 yılında aniden öldü. Yerli kabilelerin yaptığı büyük bir törenle gömüldü Stevenson. Dr. Jekyll and Mr.Hyde Romanını okumayanlar bile “Dr. Jekyll and Mr.Hyde”ın konusuna aşinadırlar beyaz perdeye defalarca yansıyan görüntülerinden. Sessiz sinema günlerinden beri yönetmenlerin ilgisini çeken bu fantastik romanın kimi zaman komedi ya da parodileri de çevrilmiştir. Ama, o sinema için her zaman bir korku klasiğidir. Böylelikle roman da edebiyatın bu türü arasında sayılmıştır. Oysa Stevenson’un iyi ve kötü adamları, bir kişilik bölünmesi metaforundan başka bir şey değildir. Korku öğesi, metnin barındırdığı hikayeden çok, insan doğasındaki bastırılmış şiddeti farketmişliğimizden kaynaklanan dışsal bir özelliktir. Çok bilinmesine rağmen yine de özetleyelim bu fantastik hikayeyi; sisli bir Londra sabahında, garip ve ürkütücü görünüşlü bir adamın küçük bir çocuğa çarpması ile tanışıyoruz Mr.Hyde ile. Olaylar, noter Mr.Utterson’un ağzından aktarılırken, adamın kimliği hakkında yapılan araştırmalar, onun doktor Henry Jekyll’ın arkadaşı ve mirasçısı oluğu sonucuna ulaştırıyor noteri. Londra’nın yüksek sınıfına mensup Jeykyll ile bu kaba adam arasındaki ilişki, Jekyll’ın çevresindeki dostlarını hayrete düşürecektir ileriki sayfalarda. Ve nihayet, Hyde’ın işlediği anlaşılan bir cinayet sonrasında, artık duruma müdahale etmek kaçınılmaz olacaktır.
Sona geldiğinde, Jekyll’ın geride bıraktığı mektup aracılığıyla muammayı çözebiliyoruz. İnsan kişiliğinin iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayrıldığını düşünen Dr.Jekyll, laboratuarında yaptığı bir iksirle, bastırılmış diğer benliğini özgürlüğüne kavuşturmuştur. Böylelikle zaman zaman değişim geçirerek -kötü- Hyde kimliğine bürünebilmektedir. Ancak her seferinde -ilacın etkisi geçtiğinde- yeniden iyi yanı, yani Dr.Jekyll’a galip gelmektedir. Bu Hyde’ın Jekyll’dan nefret etmesine neden olur ve geriye gönderilmeye direnmeye başlar. Giderek Hyde’ın Jekyll’a üstün gelmeye başlaması ve Jekyll’ı yok etme aşamasına gelmesi, cinayetlerin vicdanı rahatsızlığını çeken Jekyll’ı intihara götürür. Kötülük yok edilmiştir, ama artık ne Jekyll ne de Hyde vardır…
Bir modernizm eleştirisi
1963 yılında Varlık yayınları arasında “İki Yüzlü Adam” ismiyle yayınlanan “Dr.Jekyll ve Mr.Hyde”, 96 sayfalık kısa bir roman. Ama günümüze kadar tartışılan bir meseleyi, modern toplumun birey üzerindeki yıkıcı etkilerini çarpıcı bir allegoriye dönüştürmesiyle çok geniş bir tartışmanın alanına giriyor.
Goethe’nin “Faust”u, Aydınlanma çağının getirilerine duyulan hayranlığın, bilimsel devrimlerin insanoğluna sağladığı faydaların dile getirilmesiydi. Shelley’in “Frankenstein”ında ise bu ilerlemeler nedeniyle cennetini yitirmiş modern öznenin trajedisini okumuştuk. Bu yazarlar gibi, yine fantastik bir hikaye ile, Stevenson, öznenin parçalanmışlığını yansıtmıştır “Dr.Jekyll ve Mr.Hyde”da. “Büyük bir servetin sahibi, doğuştan endüstriye eğilimli, akıllı ve iyi kimselere karşı saygıyı seven” kamusal insan Dr.Jekyll, bastırılmış istekleri ile kuru bir hayat içerisinde sunulur okuyucuya. Hyde belki kötüdür, ama Londra batakhanelerinde, Soho’da, hayatının çoğunu fazilet ve nefsi kontrolle geçiren Jekyll’ın bile tad aldığı, hatta vazgeçemediği bir hayat sürer. Burada Stevenson, insanın modern toplumun hapishanesinde yaşadığını ima etmektedir. Nitekim ilacı içince, iyi eğilimleri yavaşça gevşer ve Hyde kimliği ile geçireceği zevkli dakikalar bile heyecanlandırır onu. Stevenson, iyi ve kötü arasındaki karşıtlığı sadece değerler ve eylemler ekseninde kurmuyor; kötü, fiziksel anlamda da bir çirkinliğe dönüşüyor. “Kötülük,(hala insanın tehlikeli tarafı olduğuna inanmak gerekiyor) o vücuda şekil bozukluğu ve çüküntü damgası vurmuştu. Aynada o çirkin şekli seyrettiğim zaman, yerimden sıçrayarak, hoşlanacağım yerde nefret duydum” diyor Dr.Jekyll. En çarpıcı değişimlerden birisi de ellerdeki değişimde; “Henry Jekyll’ın eli gerek biçim, gerek büyüklük bakımından mesleğe uygundu; büyük, sağlam, beyaz ve güzeldi. Halbuki öğleye yakın sabah ışığında açık olarak gördüğüm el, yatak örtüsünün üzerinde yarı kapalı, manasız, kırışık, mafsallı ve solgundu. Üzeri de siyah kıllarla iyice gölgelenmişti. Bu el, Edward Hyde’in eli idi”. Metne söylemediklerini söyletmek gibi bir niyetim olmamakla birlikte, bedenen çalışmayan burjuva insan ile çalışan kesimlerin fiziksel yapıları arasında bir karşılaştırmanın söz konusu olduğunu ve Stevenson’un -belki de niyetinden bağımsız olarak- o yıllar İngiltere’sinde sefalet koşullarında yaşayan büyük bir çalışan kesimi “ötekileştirdiğini” söyleyebilirim.
Mekan tasvirlerinde de karşımıza çıkıyor aynı refleksler; Hyde’ın yaşadığı “Soho’nun bu gamlı mahallesi, bu değişen ışıklar altında, çamurlu yolları, şapşal yolcuları, ne kasvetli bir şekilde tekrar ortalığa çöken karanlıkla savaşmak için canlandırılan, ne de hiç bir zaman sönen loş sokak lambaları ile; noterin gözüne, sanki kabus içindeki bir şehrin bir bölgesi gibi görünür”. Başta Canon Doyle olmak üzere, pek çok İngiliz yazar için kötülüğün mekanıdır bu yoksul mahalleleri… Geri plandaki bu ideolojik taraflılığı bir kenara bıraktığımızda, Stevenson’un modern topluma ilişkin karamsar bir yorumudur “Dr.Jekyll ve Mr.Hyde”. Londra onun yaşayacağı bir kent olmaktan uzaktır. Oysa, aynı zamanda “Define Adası” gibi serüven ve eğlence dolu bir romanın da yazarıdır Stevenson. İki romanı da okuyanlar, “Define Adası”sının her türlü tehlikeye rağmen pırıl pırıl parlayan güneşli atmosferi ile “Dr.Jekyll ve Mr.Hyde”ın sisli ve kasvetli manzarası arasındaki tezadın aynı yazarın elinden çıktığına hayret edeceklerdir. Ve sonunda, yazar da ikinci benliğini özgür bırakarak, hayat hikayesinde de belirttiğim gibi, çözümü modern toplumun uzağında yaşayan yerlilerin adasına sığınmakta bulur; belki de asıl romanı bu terk edişte yazılmıştır…